Pınar Selek
Muhbiristan ideali
5.10.2009

Birkaç yıl önce, Hollanda’ya gidişlerimden birinde, oradaki Af Örgütü’nde (Amnesty) çalışan bir hanımla tanışmıştım. Sohbet ederken, İstanbul’daki Adlî Tıp’ın başında kritik davalarda korkunç raporlar veren bir kadından söz etmişti. O zamanlar benim böyle bir şeyden haberim yoktu, böylece haberdar oldum. Ama önemli ayrıntıları şimdi öğrenmeye başladık. Pınar Selek’in bilmem kaç yılını hapiste geçirmesini sağlayan rapor hikâyesini de öğrenmiş olduk.

Sıkıyönetim komutanının önünde “Emir ve görüşlerinize hazırım, komutanım” diye bağırarak tekmil veren kadın rektörlerin hikâyelerini de o sahnelere tanık olan arkadaşlardan dinlediğim için bu Adlî Tıp profesörüne de çok fazla şaşırmamıştım. Adlî Tıp, bütün diktatoryal ülkelerde, mafioso iktidarlarla yönetilen toplumlarda canalıcı kurumlardan biri olduğu için, başında “güvenilir” elemanlar bulunmasına özen gösterilir. Bu hanımın da, şimdi medya yoluyla ortalığa dökülen “Ordu Adlî Tıp’ı kaybetmemeli” sözü bu keyfiyeti aydınlattığı gibi nasıl bir ülkede, nasıl bir hukukla yaşadığımızı da çok iyi açıklıyor.

Nasıl bir ülkede, nasıl bir hukukla yaşadığımızı biliyoruz, elbette, bunca yıllık hayatımızda asıl bunun ilmini yaptık. Buna rağmen, olduğunu bildiğimiz kirli ilişkilerin somut ayrıntıları ortaya çıkınca, gene şaşırmaktan kendimizi alamıyoruz. Adı “Adlî Tıp” olan bir kurumun başında, unvanı “Profesör” olan biri var ve “Ordu Adlî Tıp’ı kaybetmemeli” diyerek başında bulunduğu kurumun işlevini tanımlıyor.

12 Eylül’ün ilk yıllarında kızım ilkokula giderken öğretmeni çağırmış, “Sen benim ajanım olacaksın” diyerek bahçede, şurada burada arkadaşlarının konuştuklarını kendisine haber vermesini tembihlemişti. Sen o kutsal devletini sadece ve sadece bir “güvenlik devleti” olarak görür ve tanır, memurlarına ve bütün yurttaşlarına da bu devleti ayakta tutmaktan başka bir varoluş nedenleri olmadığını söyleyen bir ideoloji empoze edersen, işte bütün bunlar normal olur, bunları yapmak “vazife” olur. Hani Ziya Gökalp’in dahi, yapılırken gözleri kapatmak zorunluğunun farkına vardığı o “vazife”! Böylece A’dan Z’ye, yediden yetmişe, gereğinde ajan, gereğinde cellat, gereğinde her şey olan insanlardan, “sayın muhbir vatandaş”lardan örülü bir toplum çıkar ortaya.

Bu ideal topluma tarihte en fazla otuzların ve kırkların Almanya’sı ile Japonya’sı yaklaşmıştı. Faşist İtalya ile Stalin’in ve Beria’nın Sovyet Rusya’sı bile idealin epey uzağında kalmışlardı. İnsanlarımız yeterince sistematik olmayı bir türlü başaramadığı için mi, yoksa mizacen böyle işlere yatkın olmadıkları için mi, kesin bir şey söylemeyeceğim, ama sonuçta Türkiye Almanya’dan çok İtalya’ya yakın. Kitleler düzeyine inildiğinde, öyle sıkı, tutarlı, kararlı bir faşizm görmüyorsunuz. Herhalde kitlesel düzeydeki bu “zaaf”ımızı telafi etmek için, seçkinlerimiz, örneğin yukarıda andığım türden profesörlerimiz, canla başla çalışıyorlar; onlar bayağı tutarlı ve kararlı. Türk’ün “beyaz” olanı, kara gömleği daha bir yakıştırıyor kendine.

 Murat Belge

Taraf gazetesi- 26.09.2009

Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process