Pınar Selek
Kenardakilerle Çalışmak mı?
Yıllar önce bir dergide okumuştum. Adını unuttuğum bir gezgin fotoğrafçı anlatıyordu. Tibet dağlarındaki “ilgi çekici” hayatı fotoğraflamış, aynı zamanda bunları öykülemişti. Öykülerinden biri Miau’lara aitti. Öyle bir öykü ki fotoğrafçının tüm “macerasını”, belki de bizim “maceramızı” tersine çeviriyor.
Miau’lar yaklaşık 30 bin kişilik bir kabile. Yaz kış dağda yaşıyorlar. Büyük çadırları ve kışlık konutları var. Tarım yapıyorlar. Ama nasıl? Kadın erkek, gün ağarmadan iki saat önce uyanıp süslenmeye başlıyorlar. Rengârenk giysilerle donanıyorlar. Yüzlerini, vücutlarını boyuyorlar. Ama her gün, başka şekilde… Güneşi karşılarken, hazırlanmak, güzelleşmek gerektiğini, bunun bereketi etkilediğini düşünüyorlar. “Değişikler” yani. “Bizim” “dışımızda”lar.
Kenarları köşeleri kurcalayıp kendine ilginçlikler arayan fotoğrafçı, Tibet eteklerinde, Miau’larla karşılaşıyor. Gördüğü manzara karşısında dili tutuluyor ve hemen makinesine sarılıyor… Ama Miau’lar, deklanşöre basmasına fırsat vermeden, onu büyük bir çadıra buyur ediyorlar. Yüzü Çin yazısı gibi karışık ve kırışık bir ihtiyar, genç adama hizmet ediyor, birlikte yiyip içiyorlar. Tabii bizim fotoğrafçı “Neden?” diye soruyor: “Neden fotoğraf çekmeme izin vermiyorsunuz?”
İhtiyar sakin sakin anlatıyor : “Siz beyaz adamlar, önce fotoğraflarsınız, sonra gelip düzenlersiniz. Zapt edersiniz. Biz kendi tarihimizi yaşamak istiyoruz. Sizinkinin bir parçası olmayı değil… Sahi ne içersin delikanlı?”
Delikanlının ilk aklından ne geçiyor biliyor musunuz? “Vay be… Böyle ilkel bir kabilede bu derece düzgün konuşan bir ihtiyar… Ne ilginç!”
Bu tutuma pek de yabancı değiliz aslında. Çünkü fotoğrafçının elindeki fotoğraf makinesi de, bizim elimizdeki kalem de aynı ahlaki problemle karşı karşıya.
Bir insan ya da bir grup insan, başkalarının hayatına giriyor, bu hayatın kaydını tutuyor, hiç tanımadığı insanlara dair veriler topluyor. Bu süreçte, hayatlarına girilen, kayıtları tutulan, haklarında veriler toplanan insanlara ne oluyor? Onlarla nasıl bir ilişki kuruluyor? Onlar bu sürece nasıl katılıyor? Araştıranla araştırılan arasında nasıl bir ilişki gelişiyor? Araştırmadan iki taraf da nasıl etkileniyor?
Bilindiği gibi, sosyal bilimcilerin entelektüel sorgulamalarıyla birlikte güçlenen, yeni seslerce çokça dile getirilen ve yeni etik tutumlara, yöntem anlayışına yol açan bu sorular, özellikle egemen olandan farklı duran, dışlanan, sürekli müdahaleye ve şiddete uğrayan dezavantajlı toplumsal gruplara dair çalışırken ciddi sorunlar yaratıyor. Çünkü bu sorunların söz konusu gruplara etkisi daha ağır oluyor.
Bu makalede, “Ülker Sokak: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekânı” (Selek Pınar (1998/2007), Maskeler Süvariler Gacılar, İstiklal Yayınları) araştırması örneğinden ve çeşitli deneyimlerden yola çıkarak, yukarda sorduğum soruların yanıtlarını tartışacağım.
Ben, uzun zaman “kenardakiler”le çalıştım. Her bir çalışmada, ciddi çelişkiler ve zorlanmalar yaşadım. Bu süreçler, en çok hata yaptığım, ön kabullerimle yüzleştiğim  ve kendimi sorguladığım zamanlar oldu. Araştırma öncesi geliştirdiğim düşünümselik içinde, teorik bir çerçeve, yöntemsel bir yaklaşım, genel bir tartışma ortaya çıkıyor, yol beliriyor, ben de buna göre kendimi konumluyordum. Yola girdiğimde ise bu çerçevenin hem beni çok rahatlattığını, hem de algımı sınırlandırdığını keşfediyordum. Çünkü genel yaklaşımın ne olursa olsun, araştırmaya başlamadan önce, uzaktan ve belli kavramlar çerçevesinde bakabiliyorsun, köşeleri belirgin olan bir algıya göre yolunu çiziyorsun.
Teorik olarak oluşturduğum çerçeveye ve duyarlılıklara rağmen, her defasında, “kenardaki”yle karşılaşınca yeni şeyler gördüm ve daha önceki görme biçimimi sorgulamaya başladım. Araştırmanın dayandığı teorik ön kabulleri, geçerli saydığım a priori varsayımları ve kendi önyargılarımı keşfettim, bunları çözümleyerek ilerledim. Böylece ilk oluşturduğum yolu genişleten, kimi zaman da daraltan yeni patikalar açmak zorunda kaldım.
Girmek mi zor, çıkmak mı?
Yine yıllar önce, bir grup sokak insanının, araştırmacılara yönelik tavrına tanık olmuştum. Özellikle genç ya da çocuk olanlar, herkesle konuşuyor, herkesten yardım istiyor, hatta samimiyet gösterileri yapıyor ama gazetecileri ve araştırmacıları aralarına asla almıyorlardı. Tesadüfen tanıştığım, sonra beni de çok değiştiren bir paylaşım içine girdiğim, birlikte şaşırtıcı deneyimler yaşadığım bu insanlara dair hiçbir araştırma yapıp yayınlamadım. Benimle cömertçe paylaştıkları dünyalarının gizli bölmeleri, içimde araştırma ateşini yakmadı değil. Ama yapmadım. Yapamadım. Araştırmacılara karşı o dönemki yaklaşımlarından etkilendim, bu yaklaşım üzerine düşündüm, kendime sorular sordum. Sonra kendimi hazır hissetmedim. “Belki ilerde, başka şeyler yazarım” dedim. Kendi hakikatimi de içine akıtacağım şeyler…
“Sokak insanları”, araştırmacı-gazeteci ayrımını pek bilmiyorlardı ama yaşadıkları kötü deneyimler sonucu, kendilerine dair bilgi toplamaya gelenleri kovuyorlardı. “Kafaları bozuk” olunca, fotoğraf makinelerini nasıl kırdıklarını da gördüm.  Aralarında geçirdiğim yıllar boyunca bunun nedenini biraz anladım. Sokak insanları, öncelikle sadece kendilerine ait saydıkları gizlerin ifşa olmasını, kendilerine kurdukları ve zor bela korudukları dünyanın deşifre edilmesini istemiyorlardı. En büyük zenginlikleri saydıkları, ayakta durmalarını kolaylaştıran gizlerini, kendilerini kuşatan ve hiç güvenmedikleri dünyadan sakınmaları gerektiğine inanıyorlardı. Aynı zamanda, yaşadıkları şiddet ortamında şu bilgiye sahiptiler : “İnsanların çoğu çıkarcıdır… İnsanların çoğu kötüdür…” Bu kötülüğü, insanların kendileriyle ilişki kurma nedenlerinden çıkarıyorlardı. Yanlarına araştırma yapmaya gelen birini hemen “çıkarcı” olarak tanımlıyor, “bizim üzerimizden para kazanacak” ya da “bizi kötü gösterecek” diyorlardı.
Şimdi “sokak insanları” içinde özellikle çocuklar, pek bu reflekse sahip değil. Onlar için çalışan derneklerin, vakıfların, oluşumların artması ve polis operasyonlarının, “özel” dünyalarına varlık şansı bırakmaması nedeniyle pek bir gizleri de kalmadı. Onlar da gösteri nesnesi olmayı sevdiler. Ama bir zamanlar benim tanık olduğum dolaysız, doğrudan tutum çok önemliydi. “Sokak insanları” araştırılmak istemiyorlardı. Kendilerini toplumun dışında gören, bedenini ve ruhunu toplumun “çöp tenekesinde” hisseden insanlar, “rahat insanların” kendilerine tuttuğu her türlü büyüteçten öfke duyuyorlardı.
Bu öfke her zaman Tibetli ihtiyar gibi bilgece ya da sokak insanları gibi şiddetle ifade edilmiyor. Kendi iradesi dışında hayatına, varlığına yönelik girişimlerden her insan rahatsız oluyor. Medyatik ya da akademik herhangi bir araştırmada nesneleştirilenler, bir süre sonra bunu görüyor. Bu durumu içselleştirip doğal kabul etse bile ya kaçıyor ya da görüşmeyi kabul ettiği araştırmacıyla arasına bir mesafe koyuyor. Bu, çok konuşup konuşmamasıyla değil, nasıl konuştuğuyla ilgili bir mesafe oluyor. Öncelikle kendisinden beklenenleri söylüyor, yani giydirildiği kalıbı konuşuyor. Örneğin mağdur edebiyatı yapıyor ya da hayali kimliğin sinemografik ifadelerini kuruyor sınırsızca… Böylece hakikat örtünüyor ve gerçeğin gösterisi, reality show formatında başlıyor.
O halde araştırma sürecinde, herkesin, hele de dışlanan, dezavantajlı grupların nesneleşmesine izin vermeyecek, etik sorgulamalardan geçmiş, bir yöntem geliştirmek gerekir. Burada sorun sadece “doğru” yöntemi bulmak değil, araştırmayla kurduğumuz ilişkiyi ve ortaya çıkan bilgiyi etik bir yaklaşım üzerine oturtabilmektir. Merak ettiğimiz insanların sözlerini açığa çıkarmak ve araştırmaya katmak ama bununla birlikte araştırmanın nesnelliğini, iç tutarlılığını, hesap verebilirliğini korumak, bilginin işlevi değil ama anlamı açısından çok önemlidir.
Araştırılanı nesneleştiren yöntemler, bilimlerin kurumsallaşmasının arkasındaki iktidar zihniyetinin bir sonucudur. Keşfetmek, zapt etmek, fethetmek için yapılan araştırma, araştırılanı nesneleştirir. Bu nedenle, özellikle “kenardakilere” ilişkin bir araştırmaya başlamadan önce “Ben bu araştırmayı neden yapıyorum?” sorusu öncelikle yanıtlanmalıdır. Bu yanıt, araştırma boyunca izlenecek yöntemin arka planını aydınlattığı gibi, buna bağlı olarak oluşturulan bilginin “ne”liğinin ve “ne için”liğinin görünmesini sağlar.
Bilimlerin kurumsallaşması ile iktidarlar arası ilişki, araştırma amaçlarını da belirliyor: Keşfetmek, tanımlamak, zapt etmek, hâkim olmak, müdahale etmek, düzenlemek, daha iyi yönetmek ya da ihtiyaçları tespit edip ona göre pazarlama teknikleri oluşturmak gibi çeşitli amaçlara hizmet ediyor araştırmalar. Araştırmacı ise amacını böyle tanımlamıyor tabii. Ama onun sorgulamadığı merakının arka planında hiç de farklı bir şey yok. Sorgulanmayan merak, ortaya çıkan bilginin anlamını da belirsizleştiriyor.
Ben sokak çocuklarını, travestileri, seks işçilerini, çingeneleri niçin merak ediyorum? Bu merak neyi anlamaya yönelik? Kendi dışımda bir gerçekliği mi? Orada sıra dışı, ilgi uyandıracak, değişik şeyler mi var? Bu soruların öncelikle yanıtlanması gerekir. Söz konusu yanıtlarda araştırmanın rotası da ortaya çıkacaktır.
Neyi savunursak savunalım, dışarıdaki,  “anormal” olan, “mağdur” olan aynı zamanda bir seyirlik nesne, bir tüketim aracıdır. Zor görünmesine rağmen, kıyıdakiler en kolay avdır.  Konunun ağırlığından ve sıra dışılığından ötürü kolay başarı imkânı verir. Bu nedenle, gazeteciler, araştırmacılar ve çeşitli organizatörler “öteki”nin peşinden koşarlar. Dışlananların alanlarına koşan, elinde fotoğraf makinesi, teyp ya da kalemle “hikâye!” arayanlar, araştırmayı macera olarak yaşayanlar çoktur. Ve bu da bir dışlama macerasıdır. Çünkü “öteki”yi sergilemek, “öteki”yi seyretmek, “öteki” hakkında konuşmak ötekileştirme sürecinin parçalarıdır.
Ali Akay şöyle diyor:  “Sosyolog elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak ve belki bazı kereler o yaşamların içine girecek: Bourdieu, Flaubert’in bir cümlesinden yola çıkarak “birçok hayatın içine girmek istiyorum” demektedir, yani her hayatın içinden o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak…” (Akay, 1995, 17)
Sosyologların, sosyal bilimcilerinin heyecanını anlatan bu cümleler üzerinden sorularımıza devam edelim. “Birçok hayatın içine girmek istiyorum…” Bu istek, bir fetih mi, tüketim mi, yoksa dünyayı anlama, içinde soluduğun kalıbın dışına çıkma ve farklı pencerelerden hayata ve kendine bakma arzusu mu?
Neden sorusu, tabii ki, birçok hayatın içine nasıl girip çıkıldığıyla da çok bağlantılı. Farklı dünyalara nasıl giriyoruz? Oralardan ne zaman, nasıl çıkıyoruz? Farklı dünyalara girip çıkmak kolay mı?
Girmek zor da çıkmak kolay mı?
Her şeyden önce araştırma, bir paylaşım sürecidir. Bu süreç, araştıranı da, araştırılanı da etkiler. Özellikle araştırılan ile araştıran arasında toplumsal bir konum farklılığı varsa, bu paylaşımın nasıl sonuçlanacağı üzerine iyi düşünmek gerekir. İlişki sırasında oluşan beklentinin çerçevesi, baştan hep birlikte oluşturulamaz genellikle. Ama bunca paylaşımdan sonra, anlamadığı, hâkim olmadığı bir çerçevenin içine sokulmak araştırılana ciddi zarar verir. Ağzından çıkan cümleler, anlattığı hikâyeler ona yabancılaşır.
Burada benim tercih ettiğim, kendini de tablonun içinde gören bakıştır. Araştırmacı, önce tablonun içindeki yerini tanımlamalıdır. Hem kendini sorgulamak için, hem de nereden nasıl baktığının hesabını vermek için.
Doğa bilimlerindeki karmaşık sistemlerin analizi, sosyal bilimlerdeki yöntem tartışmalarını da etkiledi. Newton modeli ve Kartezyen düalizmin sarsılmasıyla “insanlar ve doğa arasındaki ontolojik ayrım kırıldı” (Gülbenkian Komisyonu, 1996:74) ; aşkınlık, tarafsızlık, simetrik gelişme gibi ilkeler yıkıldı. Bunların yerine içkinlik ve görme biçimi geldi. Aşkın bir tarafsızlık havasına girmeden, bunu da nesnelliğin bir ölçüsü sayan, kendini kenara içkin, herhangi bir toplumsal grupla birbirini etkileyen aynı sarmalda gören araştırmacıların çalışmalarından, genellikle kendilerini sorgulayan bakışlar çıkıyor. Kendini de içinde saydığı tabloya bir de kenardan bakmayı, ötekiyle bakışarak kendine bakmayı amaçlayan araştırmacılar, yöntemlerini de buna göre belirliyorlar. Artık, araştıranın da kendini tablonun içinde gördüğü, araştırmayı kendini sorgulama, gittikçe ortak değişim aracı haline getirdiği, nesnelliğin de bu bağlamda tarif edildiği deneyimler yaşanıyor. Böylece araştırma bir eyleme dönüşüyor.
“Neden bu araştırmayı yapıyorum” sorusu, aynı zamanda,  araştırmadan kim ne yarar sağlıyor, benim temel sorumluluğum kime karşıdır” gibi soruların da yanıtlanmasını gerektirir. Bu da, araştırmanın bütün sürecinde atılan adımları olduğu kadar, çıkan sonucun hangi alanda, nasıl ve kimlerle paylaşıldığıyla ilgilidir. Araştırma nerede bitmeli? Araştırma bittikten sonra ne olmalı?
Özellikle şiddete dair bir olguyu, toplumsal iktidar ilişkilerinin kenara/dışarı ittiği insanları konu alan bir araştırma tamamlanıp ortaya bir analiz, bir makale, bir kitap ya da bir tez çıkarsa, bundan kim nasıl bir fayda sağlar?
1998 yılında, Ülker Sokak’ta yaşananlar üzerine yapılan, daha sonra Maskeler Süvariler Gacılar adıya kitapaşmış olan  Ülker Sokak: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekanı  isimli araştırmanın sonuçlarını paylaştıktan sonra, beni bu çalışmaya teşvik eden, hatta araştırma sürecine aktif olarak katılan transseksüel Demet Demir, şu soruyu sormuştu: “Ülker Sokak bir kader mi?”
Ben bu soruyla nereye gidebilirdim?
Hep birlikte görmüştük ve araştırmamızda da analiz etmiştik ki Ülker Sokakta ortaya çıkan bir olay, arkasında ağır bir toplumsal yük taşıyor. Burada travesti ve transseksüellerin yaşadığı deneyim, cinsiyetçilik, heteroseksizm, militarizm, milliyetçilik, yeni dünya düzeninin kentleri yeniden yapılandırması ve çeşitli toplumsal iktidar ilişkilerinden bağımsız değildi. O halde şunu mu söylemeliydim Demet’e : “Kader değil. Ama toplumsal dönüşüm gerekiyor. Cinsiyetçilik, heteroseksizm, militarizm vb aşılana kadar siz bunu yaşamaya devam edeceksiniz.”
Diyemedim. Çünkü araştırma sürecinde izlediğim yönteme de bağlı olarak, birçok insan birlikte düşünmüş, birlikte çalışmıştı ve hep birlikte yoğun bir paylaşım yaşamıştık.  
Araştırma bir paylaşımdır. “Öteki”ne bakmak, onun penceresinden kendine bakmaktır. Tek taraflı “bakmayı” değil, bakışmayı, birlikte konuşmayı bir ölçüde başaran araştırmalar yeni yollar açar. Böyle bir paylaşımdan sonra, dışlananlar, “Ülker Sokak bir kader mi?” sorusuyla ya da ağırlaşan çaresizlikle baş başa bırakılamaz. Kitabın girişine şöyle yazmıştım:
Gerek travesti ve transseksüeller açısından, gerekse Ülker Sokak’ta yaşayan ve bu olay nedeniyle sokakla bağ kurmuş olan tüm insanlar açısından, yapılan araştırma ne ifade edecekti? Düşünsel olarak, bilginin toplumsal yaşamdan kopmuş olduğuna, yapılan çalışmaların genellikle insanları yaşadıkları üzerine ikinci kez düşündürmek yerine onları nesneleştirdiklerine inanıyordum. Bu araştırmada, yıllardır edinmiş olduğumuz alışkanlıkları aşabilecek miydim? Yoksa özellikle kadın araştırmacıların alternatif deneyimlerini bu çalışmaya akıtmayı başarabilecek miydim? Çalışmanın sonucunda ortaya çıkacak bilgiyi, resmi kurumların kullanımına sokmak istemiyordum. Tersine, bilgiyi, araştırılan gruplarla beraber üretip beraber kullanmak asıl yöntem olmalıydı. (…) Dolayısıyla çalışma sonunda ortak bir eylem projesi çıkabilirdi. Yani sadece yaşananın bilgisini alan değil, bu bilgi arayışını kolektifleştiren, böylece yaşama da müdahale edebilen bir çalışma yapılabilirse, verilen emek bana göre anlamlı olur.” (Selek, 1998/2007: 28)
Sonuçta araştırma bitmedi ve bir eylem araştırmasına dönüştü. Araştırmanın ortaya çıkardığı tespitlerle yeni bir yola çıktık ve hep birlikte bir atölye kurduk: “Sokak Sanatçıları Atölyesi”.
Yine Maskeler, Süvariler, Gacılar kitabından bir alıntı yaparak devam ediyorum:
“Ülker Sokak bir kader miydi? Bir yandan şiddeti anlamaya çalışırken, diğer yandan bunun ortadan kaldırılabilir bir şey olduğunu söyleyebilir miydik? Ya da kendi aramızda deneyimleştirebilir miydik? Araştırmanın aynı zamanda bir eylem araştırmasına dönüşmesi bu sorularla başladı. Atılması gereken ilk adım, kişiler arası bağlantı kurmak ve kişilerin birbirlerini tanımasını, birbirlerinin hikâyelerini, deneyimlerini öğrenmesini, farklı dillerin, farklı ifadelerin birbirini anlamaya çalışmasını sağlamaktı. Çalışma sürecinde kurulan ilişkiler Sokak Sanatçıları atölyesini oluşturdu. İlk aylarda aralarında tarihsel duvarlar, hatta uçurumlar olan grupları, kişileri yan yana getirmekte değil ama yan yana tutabilmekte oldukça zorlandık. (…)  Güvensizlik ikliminde kimse kimseyle konuşmak istemedi. Atölye olarak tuttuğumuz o küçücük odada, ne kadar yaralı, ne kadar hassas, ne kadar iradesiz, ne kadar tahammülsüz, ne kadar korkak, ne kadar beceriksiz olduğumuza tanık olduk. (…) Sonra caddelerin bütün çöplerini topladık, boya-kağıt-alçı-tutkal-çamur vb. aldık. Atılan her şeyi hayata döndürerek kendi yaralarımızı sarmaya, kendimizi tamir etmeye başladık. Kısa bir süre sonra atölyemiz farklı dillerle ve renklerle konuşan resimlerle doldu.(…) Üretirken kendiliğinden sohbetler gelişti. Herkes ufak ufak kendi hayat hikâyesini anlattı. Buluşma sanatla oldu.” (Selek, 1998/2007: 265-66).
Sonra bu atölye pek çok hikâye yaşadı ama kimse, birbirinin hayatından çıkmadı. Bu olumlu deneyim, yapacağım her araştırmanın hayatımı nasıl değiştireceğini bana somut olarak gösterdi.
Farklı olmak ya da olmamak
Sosyal bir araştırma sürecinde, farklı olmak ya da olmamak, iki durum da ayrı yöntem sorunları yaratıyor. Ben dışlanan gruplara ilişkin yaptığım araştırmalarda her ikisini birden yaşadım.
Yine örneğin Ülker Sokak araştırmasında, bir yandan şiddete uğrayan, polis ve sivil çetelerle karşı karşıya gelen travesti ve transeksüellerle ortak yanlarımı görüyor, onlarla aynı yerde durduğumu hissediyordum. Diğer yandan ne eşcinsel, ne de transseksüeldim. Egemen yapıya mensup bir heteroseksüeldim. Sınıfsal, kültürel konumum da, beni onların deneyimlerine çok uzak tutmuştu. Onların dünyasının kenarında, hatta dışında duruyordum. Bir yabancıydım. Kendimi hiç onların penceresinden sorgulamamıştım. Eşcinselliğe bakışımla, heteroseksizmle, o döneme dek içinde yetiştiğim ortamın kavramlarıyla yeteri kadar hesaplaşmamıştım. Ülker Sokak araştırması beni böyle bir hesaplaşmaya soktu.
Diyebilirim ki kaba önyargılar konusunda pek açık vermedim. Ama bu sefer de mağduriyet karşısında objektif olmakta oldukça zorlandım. Hatta bu zorlanmanın, mağdur olanı özne olarak görmemek, sorgulamamak yanılgısına varabildiğini hissettim. Söz konusu yanılgı, mağduru, edilgen ve kurban konumunda görmeye, dolayısıyla bu mağduriyete güzellemeler yazmaya kadar götürüyor insanı. Araştırmacı, oryantalist gezginler gibi, aşağı olarak gördüğü toplumsal grubu, kendi hakikatiyle değil, hayali bir senaryo içinde, ona büyülü anlamlar yakıştırarak görebiliyor.
Ben de bu yanılgıya düştüm. Üstelik daha araştırmaya başlarken bu tehlikeyi sezmiştim:  
“Tanıklıklarımın zihnimde yarattığı duygusal iklim, beni aynı zamanda “suç ortağı” olan arkadaşlarıma güzellemeler yazmaya, özne olan bir topluluğu “mağdur” ilan etmeye itebilirdi.” (Selek, 1998/2007: 27).
Araştırma esnasında ise, öngörülerin tek başına yeterli olmadığını gördüm ve birçok insanla, özellikle mağdur olanlarla, mesafeli duramadım, iktidar ilişkisi kurmama adına, kendi gözlemlerimle travesti ve transeksüellerin anlatımları zaman zaman birbirine karıştı… Onların yaşamlarına olan yabancılık, heteroseksüel olmanın getirdiği “anlayamam” kaygısı, söylemlerini yorumlarken yanılgılara yol açtı. Yol aldıkça, bu durumla yüzleştim ve kendi mesafemi yeniden ayarladım. Çingenelerle ve seks işçileriyle çalışırken de benzer zorlanmaları yaşadım. Eğer sokak çocuklarıyla paylaştığımız deneyimi bir araştırmaya dönüştürseydim, kendi bakışımı kurmakta, nesnel bir çalışma yürütmekte daha çok zorlanırdım.
Aynı araştırmalarda, mahalle sakinleriyle, polisle, ülkücülerle ve seks aracılarıyla kurduğum ilişki ise bambaşka bir denklem ortaya çıkardı. Burada, egemen bir güzellemecilikten çok, önyargılar hâkim oluyor. Çeşitli bilgiler üzerinden hakkında belli bir yargıya sahip olduğun kişi daha konuşmadan, onun ne söyleyeceğini tahmin ediyorsun, ya da bazı şeyleri söylemesini sağlamaya, böylece emin olduğun “gerçeği” açığa çıkartmaya çalışıyorsun. Bunun için görüşmeyi cevabını beklediğin sorularla sınırlandırıyorsun, söz konusu insanların deneyimlerini daha önceden belirlediğin noktalar üzerinden öğrenmek istiyorsun, sorularını ona göre hazırlıyorsun, dolayısıyla görüşmeyi onun istediği değil, kendi belirlediğin çerçevede sürdürüyorsun.
Araştırma sürecinde, söz konusu yaklaşımımı sürekli sorguladığım için, çeşitli insanlarla görüşmelerimi tekrarladım; bunu yapamadığım zaman, araştırmaya yansıdığını fark ettiğim yaklaşımlarımı, verileri toplayıp analiz ederken, yapabildiğim kadarıyla ortaya koydum.
Bence, yaptığım araştırmaları biraz olsun kurtaran tutum, tüm bunları paylaşabilmekti. Yapay tarafsızlık inancının kendisinin, bulguların doğruluk değerini arttırmayı önleyen başlıca engel haline geldiği tespitine”(Gulbenkian Komisyonu, 1996: 72-73) katılıyor, bunun yerine nesnellik ve hesap verebilirlik ölçütlerini esas alıyordum. “Nesnelliğin anlamı, bilginin a priori olmadığı, araştırmamızın bize bilmediğimiz şeyler öğretebileceği, daha önceki beklentilerimize göre bizi şaşırtabileceği inancına sıkı sıkıya bağlıdır”(Gülbenkian Komisyonu, 1996: 85) düşüncesinden hareketle, öncelikle kendimi ortaya koydum, çalışmalara hangi etkilenmelerle yöneldiğimi, bakışımı, yargılarımı, araştırma sırasında yaşadığım çelişkileri, sorunları, yanılgıları, hangi adımı niye attığımı, izlediğim yolu neye göre belirlediğimi anlattım. Bunu yaparken, hem araştırma konusuna, hem teorik dayanaklarıma, hem de kendi ön kabullerime sürekli yeniden baktım.
Her zaman gerekli olan, araştırmanın iç tutarlılığının anahtarı olan bu kural, kenardakilerle ilgili bir çalışmada daha büyük bir önem kazanıyor.  Karmaşık ve çok yönlü olan gerçekliğe nereden ve hangi gözlüklerle nasıl baktığını göstermek, yargılarını açık etmek, nasıl objektif bir süreç yarattığını açmak, yani tüm süreçlerin hesabını vermek, yaşanılan zorlanmaları da çalışmanın içine oturtuyor.
Zorluğu görmek…
Şöyle bir soruyla bitirmek istiyorum: Tüm bu anlattıklarım, bende, “kenardaki” yaşamlara ilişkin yapacağım araştırmalarda bir yöntemsel yetkinlik yarattı mı? Artık kenardakilerin yaşamına daha rahat girebiliyor muyum? Ya da girdikten sonra, kabul ettiğim yöntemsel ilkelere göre kendimi, bakışımı, sorularımı ve yanıtlarımı konumlandırabiliyor muyum?  
Oldukça zorlu geçen ve hayatımı gerçekten değiştiren bu araştırmalar, elbette belli bir birikim yarattı. Kurduğum sosyal ilişkilerde, okuduğum-gördüğüm anlatılarda, artık daha sorgulayıcı bir bakış kurabiliyorum; bunları yorumlarken kendi durduğum yeri daha iyi tarif edebiliyorum.
Ama artık kenarlara ilişkin sorduğum sorulara yanıt bulmak için kenarlara koşmuyorum. Belli bir etik yaklaşımla hareket etmek ve araştırmanın amacını-sonuçlarını-yöntemini ciddiyetle sorgulamak, zaten insanı çeşitli biçimlerde yavaşlatıyor. Bu hareket tarzına bir de deneyimler eklenince, kolay kolay başka hayatların içine giremiyorsun. Çünkü bu, kendi hayatını değiştirmek demek. 
Hayat da bu kadar kolay değiştirilmiyor.

Kaynakça:
Akay Ali (1995), İstanbul’da Rock Hayatı, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Gulbenkian Komisyonu (1996), Sosyal Bilimleri Açın, Metis Yayınları,İstanbul
Selek Pınar (1998/2007), Maskeler Süvariler Gacılar, Ülker Sokak: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekanı İstiklal Yayınları, 2. Baskı, İstanbul
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process