Pınar Selek
Pınar Selek: Çok özledim

KroniKröportaj /

06.08.2010

O, hayatın, hayatlarımızın etrafını rengârenk masallarla örmeyi, belki de kendi hayatındaki bütün diğer uğraşlardan daha elzem bellemişken, her fırsatta nefesine mahkûmiyet kuşatmasıyla saldırıp, sonunda bir de ‘müebbet’ istediklerinde, gitmişti… Adına ‘sürgün’ dediği bu yola çıkarken, bizi de bizden, masalları içimizden sökerek gitmişti sanki; öyle dağlanmış, öyle yalnız hissetmiştik. Ama, masalları onun kadar tanımadığımızdan belki; adaletin yerini bulmayacağına, bu saatten sonra bulsa da, onca hırpalanmanın ardından, bunun tam bir ‘adalet’ sayılamayacağına nasılsa, Pınar’ın artık masal anlatamayacağına da inanmıştık adeta; daha içimize bu inanç düştüğünde, başımızın üstünde kendini gösteren yanılgının gölgesine kör ve ketum bir kapanmışlıkla. Lâkin, onu Pınar yapan, tam da kendisinin söylediği üzere, ‘hep aynı şeylere akmamasıydı’; bazen kendini bile kurtaramadığı cendereden, masallarını hep uzak tutmayı başarması, masalını göğün her tonuna aynı şevkle fısıldaması, ‘sürgün’de bile özgür olması.

 

“Nefese müebbet” demiştim o giderken, bunda da yanılmışım, özür dilerim. Yalnız, ben yanılgılarımdan, onun sürgünüyle yalnızlaşmışlığımdan, yine onun sesiyle sıyrılırken usul usul, size yanılgının en büyüğüne dair bir şey daha söyleyeyim: Mucizeleri hapsedemezsiniz!

 

* * *

 

Bir kere, ‘standart’ bir röportaj sorusu olduğuna, başka ülkelerden birini asla ikna edemeyiz ama, hem burada çok normal, hem de seni seven insanların en öncelikli merakı bu sanırım: Nasılsın? Orada neler yapıyor, nasıl yaşıyor Pınar Selek?

 

Bu çok zor bir soru. İyiyim mi demeliyim sadece? Nasılsın sorusuna iyi ya da kötü kavramlarıyla yanıt vermek garip bir alışkanlık. Nasılım? Çok zorlandığım bir dönem bu. Parçalanarak, yaralanarak, gerilerek ama üreterek, keşfederek, dokunarak geçiyor günler. Acıyla ve mutlulukla. Yaşadığım, alıştığım, gözü kapalı yürüdüğüm, sürekli düşsem de ayağa kalkmayı bildiğim yerlerden, dostlarımın, sevdiklerimin doldurduğu mekânlardan uzaktayım. Bu her açıdan parçalıyor insanı. Çünkü mesele yaşanan mekânları fiziksel olarak bilmek değil sadece, kendi varlığını o mekânlardaki dinamiklere yabancı hissetmemek. Sürgün, bu yabancılık hissi bence. Ama bir yandan da sürgünün olanakları var. Bu çağda, insan her yerde sürgün aslında. Köksüzlük, tarihsizlik, dünsüzlük üzerine kurulan, herkesin ötekine yabancı olduğu, kimseyi evine kolay kolay almadığı, yollarda birbirini tanımadığı modern hayatın tüm insanları, evin içinde ya da dışında garip bir sürgün halini yaşıyor. Bunun farkına varınca, başka bir şey oluyor tabii. Zihnimin, ruhumun, yapabilirliğimin sınırlarının, var oluş ufkumun genişlediğini hissediyorum. Eğer böyle yaşamayı öğrenirsem, istediğim zaman, istediğim yere gidebilecek olmanın rahatlığı içinde, varlık durumum, bambaşka bir hacim ve derinlik kazanacak belki de… Heidegger diyor ya, “Evimiz, yuvamız diyebileceğimiz bir yakınlıktır bizim yeryüzüyle olan bağımız, dünyadaki köşemizdir.” Şimdi ben de bu sürgün hissiyle dünyayı ev haline getirmeye çalışıyorum. Karmaşık mı oldu? Ama yaşadığım hal de biraz karmaşık…

 

İçerideyken gördüğün Türkiye’yle, dışarıdan seyrettiğin Türkiye arasında nasıl bir fark var? Durum oradan daha mı naif görünüyor, yoksa daha mı vahim? Son zamanlarda en çok gözüne çarpan şeyler neler mesela?

 

Pek fark etmiyor. O kadar uzun olmadı uzaklaşalı. Bu nedenle daha iç bakışı kaybetmedim sanırım. Ayrıca bir yılda çok fazla şey değişmedi Türkiye’de. Evet, gündem çok hızlı değişiyor ama toplumsal, politik reflekslerde, çatışkılarda, gündemlerde niteliksel bir değişimden bahsedilemez. Militarizmin, milliyetçiliğin, kapitalizmin, ataerkilliğin çarpık, parçalı tahakkümü, geçmiş ile bugünün armonisiz içiçeliği aynı kötülükleri saçmaya devam ediyor. İkiyüzlülük, sahici olmayan vitrin numaraları, geleneksel siyasetin oyalayıcı oyunları, tüm alanların tribüne dönüşmesi ve bitmeyen akıl tutulması. Bunlar değişmedi. Ama şu sıralarda en çok gözüme, yüreğime ne çarpıyor? Hukuk tabii ki. Hukuksuzluk. Bundan dolayı ağır mağduriyet yaşadığım için değil sadece. Beni çarpan tokadın izini toplumsal ve politik alanda her an taze olarak görüyorum. Bu tazelik, acının tazeliği. Acının hep taze kalması korkunç bir şey değil mi? Biz, uzun süredir hep bunu yaşıyoruz. Evet, yargı tüm devletlerde, iktidar aygıtı olarak işler ama toplumsal mücadeleler sonucu, demokrasinin, insan haklarının bir güvencesine dönüştürülebiliyor. En azından böyle bir iddia taşıyor. Ama hukuk kurumu, Türkiye’de devlet terörünün ve iktidar çatışmalarının bir mekanizması olarak işliyor. Son zamanlarda yargının yarattığı mağduriyetlerle uğraşıyor demokrasi güçleri. Bu suyu temizleme mücadelesi aynı zamanda. Çünkü başka şeyleri temizlemek için önce temiz suya ihtiyacımız var.

 

Memlekette hiç bitmeyecekmiş gibi görünen düşmanlık ve nefret, “bizim insanların” masallara hiç inanmamış olmasıyla ilgisi var mı? Masallar, hayata ve insana ne katar?

 

Masallardan kopmak, sanırım çocukluk hayallerinden kopmakla ilgili. İnsan, bu tahakküm dünyasında, gerçekliğin gri duvarına defalarca çarpılınca, böyle oluyor sanırım. Kendi düşlerinden kopuyor ve tahakkümün akıl almaz, yürek almaz işleyişine uyum sağlıyor. Bedensel ve ruhsal bir uyum bu. Beni kurtaran masallar galiba. Hiç anlatmaktan, dinlemekten, hayal etmekten usanmadığım masallar sayesinde gülümseyebiliyorum… Bu, insana mucizelere, hayatın küçük ışıklarına inanma gücü de veriyor.  Naif sayılan değerlerden, duygulardan kopmuyorsun ve kendi masalını bile kurabileceğine inanıyorsun. İmkânsız görünenin olabileceğine, güzelliklerin kazanabileceğine olan güven, her şeyden değerli bence. 

 

“Feminizme erkeklerin de ihtiyacı var”

 

Türkiye’deki sosyalist erkeklerin, kadın hareketine katkısını nasıl değerlendiriyorsun? Sence yeterli mi, ‘sakat’ noktalar var mı ve başkaca yapılması gerekenler ne olabilir?

 

Türkiye’deki sosyalist erkeklerin kadın hareketinde bağımsızlaşma ihtiyacı yaratma gibi bir katkısından bahsedilebilir öncelikle. Tarzlarıyla, neden kurtulmak gerektiğini gösterdiler en çok.  İktidar hesaplarıyla, kadınların her şeyine, özgürlük mücadelelerine bile hakim olma arayışları, kendilerini hiçbir şekilde sorgulamadan, cinsiyetçilik meselesini “kadın sorunu”na indirgemeleri ve politikayı bu şekilde yönlendirmeye çalışmaları, kadınların kendi kurtuluşlarını bağımsızlaştırmasının nedenlerinden biridir. Fakat son yirmi yıl içinde, feminist hareket, kendini toplumsal ve politik alanda kabul ettiren bir güç haline gelince, bu var olan sol yapıları ve oradaki erkekleri de bir oranda değiştirdi.  Şimdi, kadın sorunundan çok cinsiyetçilik sorunundan bahsediliyor ve “erkeklik”  aşılması gereken bir kalıp olarak gündeme geliyor. Yani erkeklerin kadın hareketine katkısından çok, kadın hareketinin sol yapılara ve oradaki erkeklere katkısından bahsetmek daha doğru olacak. Bu katkı o kadar abartılacak bir düzeyde değil tabii.  Artık kadınlar daha çok dikkate alınıyor, erkekler istedikleri gibi “alana” müdahale edemiyorlar ama feminizm henüz solla yeteri kadar buluşamadı. Kadın erkek ilişkisi ya da eşitlik ve adalet sorunu dışında, bir özgürlük meselesi olarak feminizmin katkısı hâlâ ele alınmıyor. Aile, evlilik, gündelik yaşam, akrabalık ilişkileri, özel hayat, sosyal iktidarlara dayanan kamusal iktidarlar, cinsiyetçilikle içkinleşen militarizm, milliyetçilik, kapitalizm bütünlüklü olarak sorgulanmıyor. Yani sosyalist erkekler, hâlâ “kadın erkek arası eşitlik talebi” sandıkları feminizmden beslenmiyorlar. Oysa hem kendilerini, üsluplarını, tarzlarını, ilişki biçimlerini değiştirmek için, hem de tahakküm sistemlerine karşı daha derinlikli bir mücadele yürütmek için feminizme erkeklerin de ihtiyacı var.

 

Peki, eşcinsellerin hak mücadelesinde solun konumu nasıl? Eşcinselliğe karşı alınan tavırlar, sol düşüncenin belirleyici faktörlerinden midir sence de?

 

Sol, toplumsal tahakküm ilişkilerini bütünlüklü göremiyor henüz. Özgürlük ve eşitlik mücadelesini, dolayısıyla politikayı sınıf ve devlet ekseninde çözümlüyor ve diğer tahakküm ilişkilerini tali, yan çelişkiler olarak görüyor. Bu da, cinsiyetçilik, heteroseksizm gibi konularda solun daha çok taktiksel hareket etmesini sağlıyor. Tabii son on senedir açık bir değişim olduğunu eklemek lazım. Bazı sol yapılar artık tüm bu tartışmaları gündemine alıyor, hatta örgütsel düzenlemesini buna göre yapıyor. Ama bunlar şimdilik ancak parmakla sayılabilir. Eşcinsellerin hak mücadelesi ya da heteroseksizme karşı verilmesi gereken ortak mücadele, özgürlük iddiasında olan politik yapılar için, aslında bir turnusol gibi. Bu konudaki zihinsel netlik, pek çok konuya dair başka türlü bir perspektifin de ipucu oluyor.  Nedir bu başka türlü perspektif?  İktidar ilişkilerinin içkinliğini analiz etmek, dolayısıyla da özgürlüğün bütünlüklü bir proje olduğunu ve ancak tüm varlıkların katılımıyla gerçekleşeceğini kabul etmek. Sadece Türkiye solunun değil, dünya solunun da bu bakışa ihtiyacı var diye düşünüyorum.

 

Mısır Çarşısı Davası sürecinde sen ve yanındaki insanlar tarafından sürekli dillendirildiği, dikkat çekildiği halde, medyada yer bulamayan ya da yeterince anlaşılamadığını düşündüğün, hatta söylemekten de bıktığın şey nedir? Daha da bıkmak pahasına, bir kere daha söyler misin?

 

Ben çok yoruldum bu korku filminin tüm fragmanlarından! Hiçbir şeyi tekrarlamak istemiyorum. Ayrıca Türkiye’de, medya mensupları dahil, pek çok insanın, kurduğum dili  söylediğim sözü, yaptıklarımı, içinde bulunduğum durumu, yani beni anladığını, hissettiğini düşünüyorum. Anlaşılmamak gibi bir kaygım yok. Herkes anlıyor. Ceza verenler de, bu süreci izleyenler de. Sorun hiçbir şey yapamamamız. Ya da elimizden bir şey gelmemesi.

 

Pınar Selek, yayımlamayacaksa bile yazar mı? Yazı, nasıl bir yerde duruyor hayatında?

 

Yazar… Hep yazar Pınar. Yazdıklarının çoğunu kendine, bir kısmını arkadaşlarına, bir kısmını isimsiz, oraya buraya yazar. Hep yazarım ama hayatımdaki en önemli, en merkezi iş bu değil, yazdığım kadar konuşuyorum, konuştuğum kadar da yapmaya çalışıyorum. Bunlardan biri eksik olunca dağılıyorum galiba. Yazmayınca, konuşamayınca, yapamayınca… Kendimi yaşamıyor hissediyorum.

 

Aslında daha siyasi sorular sormak gerekir ama, bana ne! Hangi yazar ve kitaplar hep elinin altında, başucundadır?  Bu Pınar, en çok nelere akar?

 

Hep aynı şeylere akmıyor bu Pınar. Hep yeni seslere, yeni keşiflere ihtiyaç duyuyor. Ama adacıklar gibi, sularıma kurulmuş kitaplar, yazarlar var tabii… Öncelikle masal kitapları. Her yerde bahsettiğim gibi, Behrengi’nin kitapları mesela. Sonra orta okuldan beri okumaya doymadığım Sait Faik hikayeleri… Onlar hep başucumda. Ayrıca… nereler var? Üniversite yıllarımdan beri Foucault, Deleuze, Adorno, Benjamin, Arendt, Bookchin hep yanımda taşıdığım yazarlar. Deleuze’ün “Spinoza Üzerine On bir Ders” kitabı mesela. Yine üniversitedeyken hocam olan Meral Özbek bana önermişti. Hâlâ yanımdan ayırmam onu. Son zamanlarda Judith Buttler, Jacques Ranciere ve Levianas okuyorum çok. Yine Yıldırım Türker ve Karin Karakaşlı’nın haftalık makalelerini hiç kaçırmıyorum. Başka da çok var ama şimdi ilk aklıma gelen bunlar.

 

Seninle ilgili olarak müebbet istenmesinden sonra Galatasaray’da yapılan bir toplantıda, davanın nasıl bir insanı durup dururken ‘kurban’ etmeye odaklandığı, geçmiş bazı tecrübeler üzerinden değerlendirilirken, şimdi hatırlamadığım biri, “Buradaki fark çok önemli ama: Pınar yaşıyor!” demişti. Türkiye solu, ölüm üzerinden yarattığı mücadeleyi, hayat üzerinden neden yaratamıyor sence? Buradaki halin tüm sorumluluğunu, bunu böyle dayatan egemenlere yükleyebilir miyiz, yoksa solun yaklaşımında da travmatik bir durum var mı?

 

Var, evet. Ama bu travmayı anlıyorum ben. Türkiye’de solun yıllardır yaşadığı sistematik şiddet o kadar yoğun ki, bir travma olmamasını beklemek yanılgı olur. Ne kadar çok insan ölüp gidiyor… Ve insanlar ister istemez, duruma uyum sağlamak zorunda kalıyorlar. Politika bu değil tabii ki. Duruma uyum sağlamak değil. Tersine belirlenilmişliği aşma inisiyatifi geliştirmekse politika,  solun büyük oranda politika dışına itilmişliğinden bahsedebiliriz bence. Bunun öğrenilmiş çaresizlikle, özneleşme sürecini geliştirememeyle çok ilgisi var. Tanıl Bora’nın son kitabını okudunuz mu? Birikim yayınlarından çıktı. “Sol, Sinizm, Pragmatizm”. Bence bu soruya çok kapsamlı bir yanıt veriyor o kitap. Ölüm üzerinden gelişen mücadelenin yaşamda olana baskın çıkması, tam da orda bahsedilen sinizmle alakalı.

 

“Demokratik açılım sürecine,

solun zayıflığı damgasını vurdu”

 

Sence hükümet ‘yanlış cumhuriyet’in pürüzlerini, kalıntılarını gidermeye mi çalışıyor, yoksa kendi yanlışlığını mı yerleştiriyor? ‘Demokratik açılım’dan ne umdun, ne buldun?

 

Pek bir şey ummadım açıkçası. Karşısında da durmadım, hatta atılan adımlara destek verdim elimden geldiğince. Çünkü kim yaparsa yapsın, ne kadar eksik olursa olsun, ordu, bürokrasi, gizli devlet aygıtları gibi dokunulmazlık alanlarının artık dokunulabilir olması önemliydi. Yine Türkiye’deki savaş ve Kürt sorunu daha önce gündeme gelmediği biçimde tartışıldı ve küçük de olsa, bazı adımlar atıldı. Ama bu sürece solun zayıflığı damgasını vurdu maalesef. Çünkü “demokratik açılım” ancak özgürlük perspektifiyle, muhafazakar değil ilerici bir anlayışla, yani neo liberal, neo muhafazakar bir partinin  önderliğinde değil, sol bir toplumsal dinamikle gerçekleşebilecek bir hedef. Başbakanın, kafası kızınca “Ermenileri kapı dışarı ederim” diye kükrediği, kadınlara 8 Mart mesajı olarak “En az üç çocuk doğurun” dediği, devlet bakanının “Eşcinsellik hastalıktır” diye buyurduğu bir hükümetten ne beklenebilir ki? Mesele bu beklenti hali. Oysa bu sürecin öznesi olma koşulları var. Bu becerilemiyorsa, ummak da, bulmak da pek üzerine konuşulacak bir şey değil bence. 

 

Kürtler konusunda gerçekten adımlar atılıyor mu? Yoksa, asimilasyon yöntem veya şekil mi değiştiriyor?

 

Türkiye’de sadece Kürtler konusunda değil, milliyetçiliğin, militarizmin aşılması konusunda gerçekten somut hiçbir adım göremiyorum. Reel politik alanda ve medyada bazı tartışmalar gelişti ama toplumsal hiçbir çalışma yapılmadı. Sürecin inandırıcı olmadığını da bunu göstermiyor mu? Milliyetçilik, ulus-devlet, demokrasi gibi konuları bütünlüklü tartışmadan, “Kürt sorunu” denilen aslında “Türk sorunu” olarak yaşanan bu mesele çözülmez. Son otuz yıl hep böyle geçti. Savaşın ölümcül, kör edici, zihin durdurucu sesi her şeye egemen oldu, sonra arada bir bu savaşın yürütücüleri meseleyi çözebileceklerine dair umutlar dağıttılar. Ama hiçbir şey olmadı. Ağırlaşan, geri dönülmez yaralar açmaya devam eden savaştan başka… Niye? Çünkü savaşla gerçekten hiç hesaplaşılmadan barış arandı. Ben Kürt ya da Türk sorununun savaşla çözülemeyeceğini düşünenlerdenim. Kürtlerin talepleri Türkiye’nin demokrasi talepleri aslında. Bunlar da zorlu bir demokrasi mücadelesiyle kazanılabilir. Ama önce, 12 Eylül koşullarında oluşmuş olan travmatik siyaseti dönüştürmek lazım. Bunun için genel af ve bazı demokratik güvenceler yeterli. Aslında yeterli olan sadece iyi niyet. Ben böyle bir iyi niyet göremiyorum.

 

Hem şahsi, hem genel anlamda soruyorum: Türkiye’deki hukuk sisteminin geleceğinden umutlu musun?

 

Bu haliyle giderse, biz mücadele etmezsek umutlu değilim tabii. Yani kendiliğinden, hatta yukardan aşağı bir iradeyle değişim olmayacak kesinlikle.

 

Peki, Türkiye’nin geleceğinden umutlu musun?

 

Umutluyum tabii. Biz oldukça umut da yok mu sence? İnsan oldukça hep mucize ihtimali var.

 

“Yeşil Kız”ın, senin masal anlatımında bir “devam filmi” tadı muhakkak var, daimi bir hikâyeye dahil olarak anlatıyorsun çünkü zaten. Ama bambaşka bir yanı var mı diye sorsam? “Yeşil Kız”ı diğer kitaplarından özellikle ayıran nedir?

 

Bilmem. Bu soruyu ben sana sorayım. Çünkü kendi masallarım hakkında konuşmayı pek beceremiyorum. Ya da sevmiyorum galiba. Ama şu farkı hemen söyleyeyim. Diğer masalları ben İstanbul’da yazmıştım. Yeşil Kız, Almanya’da yazıldı. Pek buranın havasını taşımıyor ama sürgün duygusu içine biraz sinmiş olabilir, bilmiyorum. Hani Yeşil Kız’ı kuşların kaçırması filan… Hikaye bambaşka tabii. Üstelik onu daha önceki zamanlarda kurmaya başlamıştım. Fakat sürgünde yazıldı. Bu yüzden mi acaba kitabın adını taşıyan ilk masalda bu kadar yolculuk var, bilmiyorum. Şimdi sen sorunca aklıma geldi. Gerçekten bu soruyu ben sormak isterdim. Sence bambaşka bir yanı mı var Yeşil Kız’ın? Ben bütün çocuklarını birbirinden ayıramayan anneler gibiyim  galiba. Hepsini başka türlü seviyorum.

 

PINAR SELEK’ten, ROMAN GELİYOR:

“Artık benim de kıskanç bir sevgilim var”

 

Bunun dışında kitap ve araştırma mesain ne durumda? Şu sıra özellikle yaptığın bir çalışma var mı?

 

Var tabii. Olmaz mı? Cinsel ve etnik temelli politikalar üzerine doktora tezimi yazıyorum. Hem de müthiş bir zevkle.  Ha bire özgürlük, politika, kimlik üzerine okuyorum. Son yirmi yıldır tanık olduğum, yaşadığım politik deneyimler üzerine bütünlüklü bir söz söylemek istiyorum çünkü. Ama asıl beni ele geçiren şey yeni romanım. Evet, roman yazıyorum. Yıllar önce yazmıştım bir roman, sonra çok naif bulup bir kenara kaldırmıştım, sonra sosyoloji ve politika girdi araya ve ben edebiyatı erteledim. Kafamdaki kocaman sorulara yanıt bulmadan başka bir şey yapacak durumda değildim. Ama şimdi romanın zamanı geldi. Geldi de nasıl geldi, bir bilsen. İlk gençliğimden beri kıskanç bir erkeği hayatıma hiç sokmadım ya da ilk kıskançlık denemelerinde döndüm arkamı. Şimdi bu roman, kıskanç bir sevgili gibi. Üstelik beni ele geçirmiş durumda. Kendisinden başka hiçbir şeyle ilgilenmemi istemiyor. “Sadece ben varım” diyor. Birlikteyken de sadece sevişmek istiyor. Yani sürekli bir yoğunluk, bir tutku, bir ateş… Yorucu. Ama merak etme, o kadar boyun eğmiş durumda değilim. Oraya buraya makaleler hazırlıyorum, sürekli dolaşıyorum, her hafta başka bir yerde konuşmaya gidiyorum, tezime çalışıyorum. Tabii bu aşkımla sürekli bir huzursuzluk demek. Nereye gitsem peşimi bırakmayan bir huzursuzluk. Çok yorucu. Üstelik bu sefer onu terk edemiyorum. Umarım, o beni terk etmez.

 

Türkiye’de son dönemde olan en güzel şey neydi sence? Güzel şeyler de oluyor mu memlekette?

 

Çocukların hapishaneden çıkışları ilk aklıma gelen güzel şeylerden biri. Ama açıkçası Türkiye’de çok fazla güzel şeyden bahsetmek zor şimdi. Gramschi’nin “aklımın karamsarlığı, irademin iyimserliği” sözü geliyor aklıma. Aklımla baktığımda, güzel şeyler görmekte çok zorlanıyorum. İrademi devreye soktuğumda, başka iradelerle buluşuveriyorum birdenbire ve iyimserlik çiçekleniyor bu buluşmada.

 

Buraları özledin mi hiç, Pınar? Yoksa, “Aman, ne özlemesi yahu” mu diyorsun? Neler tütüyor gözünde, gönlünde mesela?

 

Çok özledim. En çok insanlar tütüyor. Sevdiklerimi delicesine özledim. Güvertesinde eskisi gibi sigara tüttürülemese de, Kadıköy’den vapura binip Karaköy’de inmeyi özledim. Sonra oradan yürüyüp yokuşları çıkmayı, yollara vurmayı... İstanbul’un pek çok sokağını, mahallesini özledim. Arkadaşlarımla sabahlamayı, küçük masalarda dertleşmeyi, planlar kurmayı, caddelerde eylemler yapmayı özledim. Amargi’de çay içmeyi, kitapları karıştırmayı… Bir de deniz var tabii. Ben İstanbul’da bile girerdim denize. Çocukluğumdan beri girer, çıkamazdım. Herkes bana denizkızı derdi. Şimdi uzağım denizden. Göllerle idare edemiyorum maalesef. Deniz gönlümde, bedenimde tütüyor. Ve denizin çevrelediği hayatım, dostluklarım, emek verdiğim onca şey…

 

* * *

 

“Yeşil Kız”a bir mektup yazacağım. Pınar’a bu masalının, diğer masallarından ayrılan yanlarını; Yeşil Kız’a da, Pınar’ı bizden ayıran masalsılığı anlatacağım; Pınar’ın ‘hayat’ kokan yanını… Duydun mu, Yeşil Kız?

 

http://www.kronikmuhalif.com/default.asp?m_id=3&c_id=6809&title=P%FDnar%20Selek:%20%C7ok%20%F6zledim

 

Söyleşi:

EMRE DURSUN



Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process